

MANİFESTO
Raşit Altun / Ressam
İnsanoğlu, varlık âleminin en latif aynasıdır. Ne var ki bu ayna, bugünün hızla tüketilen imgeleri içinde bulanıklaşmış, yüzeyde oyalanan bakışlar arasında kendini unutur olmuştur. Oysa gerçek ayna, maddeyle değil, mana ile okunur. Sadece göstermez; aynı zamanda saklar. Sakladığı da suret değil, hakikattir.
Sanatla uğraşan biri olarak şunu çok net görüyorum: İnsan, kendine ait bir yansımaya her baktığında yalnızca dışını değil, içini görme fırsatını da yakalar. Bu kolay değildir; çünkü modern zaman, insanı içinden uzaklaştırır. Reklamlar, ekranlar, kalabalıklar, renkler ve sesler… Hepsi dışı parlatır, içi sessizleştirir. Ama asıl olan, aynada parlayan gözde değil, o gözün taşıdığı sırdadır.
Ayna, tasavvufi düşüncede olduğu gibi sanatta da bir yüzey değil, bir derinliktir. Kalbin, nefsin, belleğin ve hayalin birbirine dokunduğu bir eşiktir. Kimi zaman bir tablonun yüzeyinde, kimi zaman bir renk geçişinde, kimi zaman ise boşlukta belirir o eşik. Benim için resim, işte bu eşikte bekleyen sırrın izini sürmektir.
Kişi aynada sadece yüzünü değil, içinde taşıdığı hakikati de görür. Görmeye cesaret ederse… Çünkü bu çağda insan, kendine bakmaktan çok, kendine yabancılaşmayı seçmiştir. Görmek incitir. Ama aynı zamanda iyileştirir de. İnsan, aynaya ne kadar derin bakarsa, o kadar çok şeyi fark eder: bastırılmış bir duyguyu, unutulmuş bir sesi, ertelenmiş bir hayali…
Aynayı cilalamak, nefsin perdelerini aralamaktır. Kirli bir yüzey sadece ışığı dağıtır. Ama arınmış bir yüzey, hakikati olduğu gibi yansıtır. İşte sır tam da burada belirir: Sessizce, gösterişten uzak, ama bütün varlığı sarsan bir anlamla.
Bu çağda sanat, bana göre sadece estetik bir dil değil; insanın iç sesine yeniden kavuşma çabasıdır. Görüntüyle değil, görmeyle ilgilidir. Dışın estetiğinden çok, için sükûnetiyle meşguldür. Mevlânâ’nın o derin çağrısı hâlâ geçerli: “Aynaya bak, sûretini değil, sîretini gör.”
Bugünün yorgun bireyine, kendi hakikatine, içindeki sırra, ve o sırrın yansıdığı aynaya yönelmeyi teklif eden bir çağrıdır bu. Çünkü insan, bakmayı bildiği ölçüde görür; gördüğü ölçüde anlar; anladığı ölçüde yaşar. Ve en nihayetinde, yaşadığı ölçüde kendine döner.
Bu yolculuk; dış dünyadan iç dünyaya, kalabalıklardan sükûnete, görüntüden gerçeğe varma cesaretidir. Çünkü sır, hep oradadır. Kendi içinde. Kendi aynasında. Kendi bakışının derinliğinde.

BİZ NEYE BAKIYORUZ: HEDEFSİZ BAKIŞ
Raşit Altun’un herhangi bir resmiyle gerçekleşecek ilk karşılaşma, daha ilk saniyesinde, izlenimci bir tanışmaya kapı aralar. Hiçbir anlam arayışına girmeden, göz, tek başına resmin renkleri ve biçimleri arasında dolaşır…
Sınırları belirsiz renk kümeleri, kaynağı tam olarak tespit edilemeyen ışık patlamaları, radyasyon bulutlarını andıran koyu biçimler, boşlukta salınan lekeler, yerçekimsiz bir salınımla ışığın merkezine ilerleyen yoğun ve dolgun öbekler; bazen tedirgin eden, milyonlarca kez büyütülmüş görüntüsüyle havada asılı duran virüs görünümleri; birbiri üzerine binerek akan, sünen, farklı renklerdeki homojen lav görünümleri, biçimsiz olmakla birlikte ovale evrilen mantarsı oluşumlar, ağaç yanılsaması yaratan formlar; su ve suda beliren yansımalar, gökyüzü ya da uzay boşluğu, kalabalık insan grupları ve uzamış gölgeleri…

Burası neresi? Neredeyiz? Az önce ne olmuş? Tüm bunlar bir şeye mi dönüşüyor yoksa önceden sahip oldukları şekli bozarak bir şeyden mi kopuyor? Ya da biz neye tanıklık ediyoruz: bir varoluş anına mı? Gerçeği her boyutuyla eğip büken bir rüya fragmanına mı? İnsan beyninin labirentlerinde birikmiş tortuların aynı anda yüzeye püskürmesini mi? Nedir tüm bunlar?.. Bilmiyoruz…
Belki de hiç kimsenin cevap bulamayacağı; bulunsa bile her cevabı hem geçerli hem de geçersiz kılacak, kendini durmadan yenileyen bir sır.